6 Şubat 2017 Pazartesi

Hikayenin Basladigi Yerden ALOHA!!


Ne zaman evde su bilgisayarin basina oturup yazi yazmaya baslasam bana bir seyler geldi ve evde otururken yazi yazamayacagima karar verdim.  Tam bilgisayar basina oturucam hop bi cay, kahve yapayim kendime, dur bi bolum Medium seyredeyim, eve bak bok goturuyor iki toz falan alayim derken internette gunluk yazma kariyerimin helvasini da yapmisim haberim yok. Neyse siz beni en son Istanbul’da is bulucam da Istanbul seni yenecem nidalari icerisinde darbelerle, kotu niyetli kodamanlarla, kendini Italyan gostermeye calisan Corum’lularla debelenirken birakmisken ben tekrar Amerika’dayim.  

Ne oldu sasirdin degil mi?  Daha iki yazi oncesinde diren Suursuz diye kicini yirtan, cillop gibi Sebboy’u eve kapatan sen degil miydin, diye soruyor olabilirsin.  Normal.  Istanbul’da hissettigim tutmayan organ nakli muamelesinden sonra kotu patron insani is sahibi yapar kafasiyla Amerika’da yasarken tanidigim eski bir arkadasim olan Gogo ile Amerika merkezli bir tekstil isi kurdum.  
Buraya gelene kadar neler mi oldu?

En son yazimi yayinladigim tarihe bakarsan  Turkiye’de tutunabilme cabalarimin ustune benim guzel ulkemi dizlerinde kirip elimize verdiklerinde onumde butun parlakligi ile duran iki super fantastic is potansiyeli de fezaya karisip toz bulutu halinde bir daha gelmemek uzere gozden kayboldu.  Bu benim Istanbul’da son denememdi.   Once Amerika’da birlikte calistigim sirketin baskan yardimcisi ile tekrar gorusup gecen yaz,  tekrar Amerika’ya geri gelicem yakinda donucem ayaklariyla oyalayip bir ay boyunca Istanbul’dan calistigim isimi geri istesem mi acaba diye dusundum ama o zaman seve seve Atlanta’ya donup full time onun icin calismak zorunda kalacaktim.  Yemedi. 

Daha iyisini yapmali iki dunyanin da kaymagini yemeliydim.  Soyle aciklayayim; Amerika’da onume cikan is firsatini degerlendirmeli, tekrar ayaklarimin ustunde durabilmeliydim.  Bunun yaninda oyle bir is olmaliydi ki bir ayagi da Turkiye’de olmaliydi ki hem Istanbul’dan hem de Sebboy’dan ayri kalmamaliydim.  Iste bu iki dunyanin kaymagini yemek olurdu. 

Aslinda ideal olani evimin, sevdigim adamin, ve isimin en fazla bes km’lik mesafe cevresinde olmasiydi.  Cok istedim ancak evren beni basladigim yere geri gondermek icin daha cok ugrasti.  Tam da hersey olmasi gerektigi gibi gidiyor, sevdigim adam ile birlikte yasayabilmek icin cok guzel bir ev yaptik (gercekten evi bastan yarattik, ilk hali ile inegi koysan sutten kesilirdi) beraber yasayalim, gece en son onu goreyim sabah onunla uyanayim ooohhh hayat bana guzel derken kendimi tekrar Amerika’da yalniz basima hayatta kalmaya calisirken buldum, iyi mi?

Bu durumdan kendi payima dusen, dik kafali olusumdan dolayi Turkiye’de ki is yasamina ve anlayisina adapte olamam ile ilgili sorumlulugu aliyorum ve kafami duvarlara vuruyorum, o ayri.  Bunun yaninda kendime is cevresi olusturma cabalarimin tamamini kendi basima yaptigimi ve bunda da ne kadar basarisiz oldugumu daha onceki yazimda bahsetmistim.  

Sebboy ile yaptigimiz son konusmalardan birinde bana is yaptigi buyuk sirketlerden birinde calisan ancak bulundugu pozisyona uyan hic bir vasfinin olmadigi bir adamdan bahsederken “sen olmaliydin o iste, sen o isi harika yapardin” diye bir cumle kurunca artik dayanamadim ve “seninle ilk beraber olmaya basladigimizda gerine gerine eski sevgilinin issizlik meretinden dolayi memleketi Rusya’ya (evet, kendisi oralardan bir yerlerden olur) geri donmemesi icin ona bir medya sirketinde is ayarladigindan bahsetmistin.  Cevrenin genisligine ragmen benim icin en ufak bir sey yapmamis olman sanirim bana olan guvensizliginden kaynaklaniyor” diye soylendim. 
Cevabi onceki sevgilisi icin gostermis oldugu is bulma cabalarindan daha fantastikti dogrusu.  “Senin pozisyonuna gore is bulabilecegim bir cevrem yok ki benim” diye aklina ilk gelen seyi soyleyiverdi zannimca.  Huh! Evet zaten onceki isim de Starbucks’in CEO luguydu.  Isimden de sirketin basarisindan sikilip kendime yeni macera aramak icin ayrilmistim.  Neyse sonuc olarak neyim var neyim yok satip (heyecanlanmayin neyim var neyim yok dedigimde kici kirik bir arabam vardi o, baska da bir seyim yoktu) bu isi kurmak icin Amerika’ya gelmeyi goze almistim, yapilacak cok fazla da bir sey kalmamisti.  

Su anda Amerika’da sifirdan, daha once hic bilmedigim bir alanda is yapmaya calisiyorum.  Daha kotusu de olabilirdi derken bu ise ortak oldugum arkadasimla yollarimizi ayirdik, onun hisselerini aldim ve simdi tek basima hic bilmedigim bir alanda is yapmaya calisiyorum. Isin sadece nasil satis yapilir orasini biliyorum.  Yillar once Amerika’da calistigim sirketin baskan yardimcilarindan biri beni refere ederken bu kiz eskimoya buz satar demisti, sanirim isini yaptirmak icin verilmis bir gazdi ama ben o gun bugundur o gazla gidebiliyorum, o kadar kolay iste iki aslansin bir kaplansin ne is olsa yaparsin. 

Iki ay icin planlanan Amerika’da is baslatma projem ucuncu ayina girdiginde bir seylerin ters gittigini anlamaya basladim.  Gogo’nun hali hazirda var olan isi kendi ortagindan ayrilmasindan ve bu sirketin onun elinde patlamasindan sonra kucuk bir sarsinti gecirdi.  Hadi bakalim once bu cocugun isini toparlayalim, Christmas sezonu geldi sunu da atlatalim sonra bizim isi kalkindiririz derken o bizim isi kalkindirma zamani bir turlu gelemedi. 

Iki ay diye planladigimiz sure uc ay oldu ve gorunurde Turk usulu ortaya karisik “onu da yapalim, ha dur bak bunu da yapalimdan” baska bir sey yoktu.  Ben burada Amerika’dan muhtesem donusumun hayallerini kurarken Sebboy Istanbul’da yalniz, adamla tek iletisimimiz whatsapp uzerinden yapabildigimiz yarim saatlik gorusmeler, dogum gunumu kacirmisim, yilbasini kacirmisim nerdeyse sevgililer gununu de kaciriyorum.  Baktim bu olayi da kacirirsam artik bir sevgilim olmayacak, dedim suursuzlugun alemi yok aklini, isini gucunu basina topla ve kendi isini kendin gor.  Sonrasinda Gogo ile ayrilip, ona var olan isinde basarilar dileyip kendi Cumhuriyetimi kuruverdim. 

Bu yaziyi Amerika’nin guneyinde kucuk bir adadan yaziyorum.  Amerika’da satis rekorlari kirmasini planladigim urunlerimi gacirtisini iki mil oteden duyabileceginiz (abarttigimi dusunuyorsunuz degil mi?) arabamin bagajindaki bir valize doldurup 7 saatlik bir yolculuktan sonra buraya geldim.  Urunumu satabilecegini dusundugum her dukkana girip “plaj urunleri lazim mi abi?” diye soruyorum. Genelde iyi karsilaniyorum ama got olup arkama bakmadan oradan uzaklastigimda olmuyor degil.


Simdilik durumlar boyle.  Yazmayi ben de cok istiyorum, yazacak cok hikaye var ama su aralar sifirdan bir imparatorluk (biraz iddiali oldu, tamam is guc diyelim) yaratmaya calisiyorum.  Buna ragmen arayi uzatmadan yazmaya calisacagim, soz. Siz de lutfen yorumlarinizi eksik etmeyin.  Seviniyorum ben sizden duydukca. 

Suursuz American

15 Temmuz 2016 Cuma

Yine, Yeni, Yeniden Şebboy


Sebboy ve Ben


Bugün uzak geçmişten değil yakın geçmişe dair bugünümü de dahil eden bir hikaye var.

Şebboy’u hatırlarsınız. Hani şu “Bu Kalp Kırıldı Yenisini Alabilir miyim Lütfen” adlı hikayeme konu olan esas oğlan Şebboy (O kimdi yaa diyorsan bi zahmet geri gidip okuyacaksın canım).   Işte O Şebboy ile geçtiğimiz Eylül ayından beri yeniden beraberiz.  Bu hikayede nasıl tekrar hayatıma geri döndüğünü anlatıyor olacağım.

Şebboy ile 2014 Haziran ayında hikayeme konu olan olaylar silselesinin son noktası olan uzatmalısı ile olan ve halen devam eden on and off ilişkisini öğrendiğim günlerden sonra bir daha hiç görüşmemiştim.  Cevap bile vermediğim doğum günümden on gün önce attığı kutlama mesajının dışında bir iletişime geçmediğim gibi trafikte bir sabah karşıma çıktığında da beni görmediğini umarak gaza basıp uzaklaşmıştım.

Ağustos ayının başında çalıştığım işten ayrılmış, patronum olacak olan patates kafa ile son kez görüşmüş kalbim ve umutlarım kırılmış bir halde eve daha yeni gelmistim ki Şebboy’dan “akşam Karaköy’de yemek yiyelim mi?” diye soran bir mesaj geldi.  Daha ben ilk mesajın şaşkınlığını yaşarken arkasından da “biraz damdan düşer gibi oldu ama” diyen ikinci mesajı geldi.  Gözlerimi ayırmadan mesajlarına bakarken artık ona kızgın olmadığımı hissettim.  Kızgınlık bir yana bana yaşattıklarına dair hiçbir kin hissetmediğimi fark ettim.  Neden görüşmek istediğine dair duydugum meraktan baska.  “Olur” diye kısa bir mesaj attım.  Yahu attım atmasına ama ben zaten karşıya eve geçmişim şimdi bir daha karşıya geçebilir miyim diye balkondan görünen Boğaz Köprüsü’ne bakınca yuh Şebboy için bu trafiğe girip sinir harbi geçiremem şimdi diye düşünüp “ben zaten evdeyim sen de karşıya geçeçeksin nasıl olsa, bu tarafta bulusalım” diye cevap verdim.  
“Olur öyle yapalım” deyip hemen benim eve yakın bir restaurant da bulusmayı kararlaştırdık. 

Ev arkadaşım olan ve Şebboy ile yaşadığım her olaya yakın tanık olan Hyperella eve geldiğinde ona olan biten herşeyi bir çırpıda anlattım.  Bir süre gülmekten konuşamadı sonra gayet sakin bir şekilde “iyi git bari ama abartma kıyafeti, makyajı doğal görünmelisin.  Hatta uzerindeki şort ve tişört ile gitmelisin. Tabii eğer buluşma maksadın eski sevgiliyi dütmek değilse” deyip hazırlanmama yardım etti.

Buluşmak icin restauranta gittiğimde Şebboy benden önce gelip benim sevdiğimi bildiği rose şaraptan bir şişe sipariş etmiş beni bekliyordu. Onu gördüğümde icimdeki sakinlik yerini karnımda başlayan kelebek partisine birakiverdi birden.  Sanki hiç kopmamışız da ondört ay boyunca hergün görüşmüşüz gibi geliyordu bana.  Bunun nedenini biri bir psikoloğa sorsun sonra da bana söylesin lütfen.
Karşımda duran erkek türünün güzel örneği, ondört ay once aşkından eriyip bittiğim Şebboy değilmiş de uzun zamandır görmediğim bir arkadaşımmış gibi görüşmediğimiz zamanlarda neler yaptığımı herşeyi bir bir anlattım ona.  Filtresiz, olduğu gibi.  Ayrıldığımızda nasıl hissettiğimi, herşeyi bildiğimi, ona nasıl kızgın olduğumu, bana nasıl hissettirdiğini, ondan sonra hayatıma giren insanları herşeyi anlattım.  Bir kız arkadaşı olduğunu söyledi.  Zaten biliyordum, Hercai söylemişti.  Bir ara telefonunu aldı lavaboya gitti.  Bir süre geçip de gelmeyince “kız arkadaşınla masada da konuşabilirsin lavaboda takılmana gerek yok” diye bir mesaj attım.  Geldiğinde “Kız arkadaşımla konuşmuyordum, işle ilgili bir durum vardı onu konuşuyordum” dedi.  Ben de yedim di mi?  Değişmiş mi? Hayır diye geçirdim içimden. 
Yemeğimizi yiyip evlerimize gitmek üzere hazırlanıyorken “Arabamı karşıda bıraktım.  Beni eve bırakabilir misin?” diye sordu.  “Valla sevgilim olmayan insanları evlerıne kadar bırakma gibi bir huyum yok.  Sevişecek miyiz? Hayır. O zaman seni ancak yolumun üzerinde toplu taşımaya ulasabileceğin bir yere bırakabilirim” diye cevap verdim. 
“Ciddi misin?” diye sordu.  Kalp krizi kadar ciddiydim.

Iste Şebboy ile tekrar bir araya gelmemizin hikayesi böyle başladı.  Ondan ayrıldığım da sık sık düşündüğüm tekrar bir araya gelsek neyi farklı yapardım sorusunun cevabını onu tekrar gördüğüm gece bulmuştum.  Sorunun cevabı, daha net olurdum, duygularımı daha açık yaşardım ve onu da bunu yapması icin dibine kadar zorlardım.


 Yeni hikayeler geliyor ancak şu aralar kafam biraz karışık, accık idare edin beni, olur mu?

9 Nisan 2016 Cumartesi

Yerini Bulamayanlara Gelsin O Zaman..


Yine bir gün ben düşünürken...


“Benim en değerli giysim özgüvenim(di)” diyerek başlıyorum bu yazıma.   Bugün bir hikaye anlatmak istemiyorum size.  Şu aralar nasıl bir ruhaniyet içinde olduğumu yazmak istedim.

Işsizlik zor bir süreçtir.  Bu süre uzadıkça zorluğu da aynı derecede artar.  Ortalık bir muallaklar silsilesine döner, kafa karışır, netlik azalır.  Hele bir de prestij denen bir illet vardır ki adamı yer bitirir. 

Herkes isteniyor da bir tek siz istenmiyormuşsunuz gibi hayat üstünüze üstünüze gelir.  Geçenlerde Hyperalla ile iş bul(ama)ma konusunda konuşurken “kızım en azından senin kol gibi masterın var ben de o da yok” dediğinde “ evet işte o master kol gibi giriyor” diye cevap verdim.  Aldığınız eğitimler, edindiğiniz tecrübeler bir bir kıçınıza giriyor gibi hissedersiniz çünkü başvurduğunuz işler sizden korkar.  Görüştüğünüz yerler sen bize fazla gelirsin gibi sikimtronik bahanelerle gelir.  Sizin uygun olduğunuz yerlerin de kapısından giremezsiniz çünkü size o kapıyı açıp, sırtınızı sıvazlayacak “hadi koçum, ben haber ettim yukarıya, seni bekliyorlar” diyen bir tanıdığınız yada tabiri caizse “hamili kart yakinimdir” bir dayınız yoktur. 

Benim gibi sonradan yeni bir ülkede yeni bir iş çevresine girdiğinizde durum daha da zorlaşıyor çünkü benim yılların iş tecrübesiyle biriktirdiğim organik bir çevrem olmadığından, dört yılda bir şekilde tanışıp iş ilişkisi yada sosyal ilişkilerim sayesinde tanıdığım birkaç insanın çevresinden yolumu bulmaya calışıyorum.  Bu tarz ilişkilerle yönlendirildiğim çevreler de bir şekilde elimde patlıyor. Hoooop diye yememiş icmemiş, bütün gençliğini, enerjisini kariyer yapmaya adamış, benim gibi yalnız, çevresi olmayan kadınları sana iş bulucam vaadleriyle kandırıp, faydalanmaya calışan kodamanların eteğine düşüyorum.  Sonra da kara bahtım kem talihim deyip hadi başa dönüyorum.

Bir iş görüşmesi ayarladığımda hemen hayaller Escobar kıvamına geliyor.  Işin ilanını görüp bana uygun olduğunu düşünüp başvurmuşum, onlar da beni bulmuş, görüşmeye  cağırmışlar ya gerisi tefferruat, havada karada kaparım o işi ben deyip kendimi daha henüz görmediğim o ofiste calışıyorken, aman Allahım ne işler bitiriyorum, bütün satış rekorlarını kırmışım, ben artık bir yıldızım seklinde üzerime konfetiler yağarken görmeye başlıyorum.  Bu herkese oluyordur, olmuyor mu? Ama gerçekler Che Guevera, bu hiç değişmiyor.  Tekrar, yoluma en yollunuzla devam etmek istiyorum programlarını seyretmeye geri dönüyorum.

Iş görüşmelerine giderken geç kalamazsın, çok da erken gidemezsin.  Patron milleti bekletir ama seni, eeee adam patron olmus, Turkiye’de isin raconu boyle,onun suçu yok, şark kültürü işte.  Patronla görüşme kısmına gelene kadar ananı ağlatırlar ama.  Zaten ellerinde bir özgeçmişin olmasına rağmen  üstüne de iki üç sayfadan oluşan ananın kızlık soyadından başlayıp ilkokul not ortalamana kadar giden sorular çilesini çektirirler sana.  İlkokul not ortalamamı ne yapıcan canım ben bile hatırlamıyorum belki hatırlamak da istemiyorum.  Kafadan beş yazıyorum işte ne olacak ilkokul öğretmenimi mi arayıp bulacaksın.

Geldik mi zurnanın zırt dediği yere.  Her iş arayanın ilk görüşmede öğrenmek için can attığı ancak işverenin en çok keyif aldığı bölüme.  Net ücret beklentiniz nedir?
Valla ben isterim de sen ne veriyorsun önce onu bir bilelim demeyi cok istiyorum ama hep bir, ya çok isterim de adamın gözünü korkuturum ya da az isterim adamın gözünde Çin malı muamelesi görürüm ikilemi ile elimi kolumu koyacak yer bulamıyorum bu bölümde.  Amerikalılar bu durumu iş ilanını verirken bu işin bedeli tecrübenize göre şu aralıklardadır deyip alt ve üst limitini belirterek çözmüş durumun karmaşıklığını. En az neye giderim en çok neye sevinirim bilerek başvuruyorsun o işe.

Bir de en sevdiğiniz özelliğiniz kısmına bildiğin gıcık oluyorum.  Herşeyimi seviyorum ben bir kere, ayıramıyorum ki hiçbir özelliğimi birbirinden.  En sevmediginiz özelliğiniz nedir sorusu ise beni benden aliyor.  Saçımın dibi çabuk geliyor ona uyuz oluyorum yazmak istiyorum.  Henüz yazmadım ama bir gün iş görüşmelerinden kafayı sıyırdığım vakit aaaahhh sikerler deyip yazıcam.

Iş görüşmesi sırasında sanki ben kapıdan geçerken adamın eline zorla özgeçmişimi tutuşturmuşum gibi yüzüme şapşal şapşal bakıp “ ee ama siz hiç elma satmamışsınız ki daha önce, nasıl çalisacağız” sorusunu sormuyor mu, beni bitiriyor.  Şapşal Penguen, ben istersem senin ananı boyar babana geri satarım da sen neyin kafasını yaşıyorsun?  Madem hayata elma satarak baslamış birini arıyorsun beni niye sıcak yatağımdan kaldırıp taa ebenin yuvasına getirtiyorsun?  Sen hangi karmanın geri dönüşümüsün bakayım?  Okumadın mi o beş sayfa destansı başarılarımla dolu, allı güllü, şanlı özgeçmişimi?  O zaman gel de Amerikalının kafa yapısını arama yani.  Seni ne sattiğın için değl nasıl sattığın için işe alıyor bu elin gavuru diye sümsüklediğiniz Amerikalı.

Bir de mecburiyetten size uygun olmadığını bile bile girdiğiniz işler vardır ya, onu da yaptım ben.  Iş üstüme iki beden küçük gelmiş elbise gibi sıkıyor da sıkıyor.  Tamam alalım işi götürelim de patron denilen dümbelek ya dar görüşlü, insiyatif vermeyi sexy iç çamaşırı markası zannediyor ya da iş yerindeki diğer calışanlar onlardan daha iyi olduğun için işlerini güçlerini bırakıp el birliği ile canına ot tıkama işine girişiyorlar. Ee bana da sağdan sağdan gelince bu iş maceram da orada bitiyor.   

Bütün bu karmaşa ile tek başınıza mücadele etmek zorunda kalmak, işte en kötüsü de o oluyor.  Herkese düştüm ama iyiyim ben iyiyim” deyip tekrar ayağa kalkma denemeleriniz sırasında herşey çok güzel olacak mesajı verme çabaları iş bulamama girişimlerinden daha çok yoruyor.  Kim bilir belki gerçekten de seni öldürmeyen şey daha güçlü yapıyordur. 


Her ne kadar evren beni verdiğim kararlar ile denese de, Istanbul beni bünyesinden atmaya çalışıp geri göndermek için bütün kapılarımı kapatsa da hiçbir yere gitmiyorum.  Bildiğim bütün yolları denemeye, çalabildiğim bütün kapıları çalmaya, kovsalar da bacadan girmeye, iş bulabilmek adına tacizden taviz vermemeye kesin kararlıyım.  Bir arkadaşımın dediği gibi yerini bulamayanlardanım ama o yeri bulmak için benim hala umudum var.  Olmadı yerini bulmayanlar klubü kurarım katılmak isteyen olursa beni nerede bulacağınızı biliyorsunuz.

Suursuz American

Not: Twitter da "suursuzamerican" adıyla beni bulabilirsiniz.  

22 Mart 2016 Salı

Ben de O Uçakta Olmak İstiyorum..

Mayıs 2006



Afrika’dan Ingiltere’ye dönmüş, Fasulye Sırığı’nın doktorası için Oxford’da kalmamız gereken süre bitmiş ve benim Amerika’da yaşayabilmem ve çalışabilmem için gerekli evrak işlerini de Ankara’da hallettikten sonra Amerika’da ki hayatımıza başlayabilmemiz için önümüzde hiçbir engel kalmamıştı.  Bu hikayede Amerika’da Fasulye Sırığı ve ailesi ile birlikte çıktığımız ilk tatilden.

Fasulye Sırığı’nın günlük hayatını tatilde geçiren annesi bir sonraki seyahatlerine bizi de dahil ederek iki erkek kardeşi ve onların eşleri ile birlikte gemi ile gideceğimiz bir Bahamalar tatili organize etmişti.

Bizim hiçbir şey yapmamıza gerek kalmadan Miami’den kalkacak gemiye gidene kadar yapılması gereken bütün organizasyon annesi tarafından yapılmış, uçak biletlerimizden kiralanacak arabalara kadar herşey ayarlanmıştı.

Havaalanına gitmek için erken uyandığım o sabah benden daha erken kalkan Fasulye Sırığı’nın beti benzi atmış suratıyla karşılaştığımda “erkencisin, çok mu heyecanlısın bu seyahat için” diye sordum.  Donmuş bakışları ile “heyecanlı değilim, tedirginim.  Kabus gördüm, bindiğimiz uçak düşüyordu” dedi.
“Yok artık, bu suratın sebebi gördüğün rüya mıydı?” dedim.   Bütün ciddiyetiyle “Şuursuz, uçaklar düşebiliyor biliyorsun değil mi? dedi.  “Iyi de uçaklar düşüyor diye insanlar uçağa binmekten vazgeçmiyor ama.  Biz de birazdan hazırlanıp onlardan birine binip düşmeden inmesi icin dua edeceğiz, hepsi bu” diyerek ortamı biraz yumuşatmaya calıştıysam da Fasulye Sırıgı’nın keyfi bir türlü yerine gelmiyordu.

Alana gitmek için arabayı hazırlayıp yolcu koltuğuna kurulmuş biraz kestirmenin planlarını yapıyordum ki Fasulye Sırığı normalde cok hızlı gittiğim için ayağımın ağır (gaz pedalına fazla basanlar için söylenen bir deyim) olduğunu söyleyip durduğundan bana kullandırmadığı arabasını kullanmamı istedi.  yol boyunca bütün akrabalarını arayıp rüyasını anlatarak niyetinin beynimi sikmek olduğunu daha sonradan anladığımda artık çok geçti ve alana geldiğimizde yanımda yaklaşık iki metre boyunda sürekli söylenen huysuz bir adam ve kocaman bir baş ağrısı vardı.

Fasulye Sırığı’nın konuştuğu her akrabasından sonra annesi de beni arayıp Fasulye Sırığı’na engel olmamı artık kimseyi aramamasını ve o uçaga hemen binmemizi söyleyip duruyordu.  Nedenini tam olarak öğrenmem için bir iki saat daha geçmesi gerekiyormuş henüz bilmiyordum.   Yahu nasıl engel olayım bu adama?  Kürek gibi ellerine atlayıp telefonu almaya çalışsam adam beni tek eliyle sallar.  Kolay bir şey sanki.  Kendimi A Takımı filminde B.A. Baracus'u uyutarak uçağa bindirmeye çalışan Murdock gibi hissediyordum.  

Check-in yaparken sorduğu ahiret soruları ile görevliyi de canından bezdirdi. 
“En son ne zaman kontolleri yapıldı bu uçağın?” 
 “En son nereye gitti bu uçak? Menzili uzun muydu?”
“Kaç motorlu bu uçak?”
“Pilotlarin toplam kaç saat uçuş deneyimi var?”
Fasulye Sırığı’nın bu sonu gelmez akla zarar sorularına bilet görevlisi kızımız içtenlikle cevap verirken ben girecek bir yerin dibi arıyor ve la havle diyerek sabır çekiyordum.  Sorgulamanın sonunda (adamın en iyi yaptığı iş bu) aldığı cevaplardan da pek hoşnut olmamış bir şekilde yüzünü buruşturup biletlerimiz almış, valizlerimizi uçağa teslim edip uçağın kalkacağı kapıya doğru yönelmiştik ki, Fasulye Sırığı “bu uçağın düşeceğini rüyamda gördüm binmek istemiyorum” diyerek tekrar görevli kızın yanına koştu.  Kızcağızın suratındaki nereden çattık bu manyağa günün en güzel vardiyasında çalışıyorum birazdan evime gidicem, manyak mısın be adam ifadesini okumak hiç de zor değildi.  “Beyefendi sakin olun uçağa hiç birşey olmayacak,  şimdi uçağın kapısına gidin sizinle ilgilenmesi için bir görevli gönderecegim” dedi.

Kapıya varıp kendimize oturacak bir yer bulduktan sonra Fasulye Sirigi’nin elini tutup “Bebeğim iyi tarafından bak.  Sağ salim gidersek bu kabusun hiç bir anlamı olmayacak ve biz güzel bir tatil yapmış olacağız.  Yok rüyan çıkar da düşersek beraber öleceğiz ve sen çok popüler olacaksın” diyerek moronic espriler yapmaya çalıştım ancak yüzündeki donuk ifadeden çok başarılı olmadığımı anlayıp sustum.

Yüzlerinde herşey çok güzel olacak ifadesi ile sürekli yanımıza gidip gelen görevliler veya havayolunun sunduğu bizi first class da uçurma teklifi de Fasulye Sırığı’nın uçağa binmek ile ilgili fikirlerini değiştirmeye yardımcı olmadı.  Uçağa yolcuları almaya baslamışlardı ancak Fasulye Sırığı bana sürekli bekle diyordu.  Artık son yolcularda içeri girmişlerdi ki Fasulye Sirigi ayağa kalktığında tamam herhalde uçağa binmeye gidiyor diye düşündüm.  Ama yanılmışım, uçağa yolcuları alan görevlinin yanına gidip “biz uçağa binmekten vazgeçtik bavullarımızı geri almak istiyorum” dedi.  Görevli “ nasıl olur?  Uçağa binmeniz gerekiyor, birazdan havalanacağız.  Bavullarınızı alamazsınız beyefendi” dedi.

Kadın “uçağa binmeniz gerekiyor lütfen uçuş kartlarınızı verin” dedikçe bizimki hayır vermiyorum binmeyeceğim o uçağa diyordu.  Bir an için kendi uçuş kartlarımı verip önünden geçerken aaa adama bak manyak mıdır nedir almayın bunu uçağa hadi biz gidelim deyip Fasulye Sırığı’nı tanımazlıktan gelebilmeyi çok istedim. 

Görevli kızımız çaresizce kimi aradıysa telsizinden, önce iki güvenlik görevlisi arkasından da uçağin pilotu yanımıza geldi.  Fasulye Sirigi görevliler ve pilot ile birlikte kalabalıktan biraz uzaklaşıp  konuşmaya başladı.  Ben de boş koltuklardan birine oturmuş gözlerim yerde elimdeki biletlere dalmış artık gidiyor muyuz kalıyor muyuz bilmiyorken Fasulye Sırığı yanıma gelip “bavullarımızı geri verecekler binmiyoruz bu uçağa” dedi.  O zaman anladım Allah benim sabrımı Fasulye Sırığı ile deniyordu.   “Tamam, gidelim başka bir yol bulalım o zaman” diyebildim sadece.

Diğer tarafta bizi bekleyen herkese uçağa binmedigimizi haber vererek onlarında mükemmel bir şekilde organize edilmiş planlarının içine ettik mi ettik.  Bizi Bahamalar’a götürecek gemi şirketi ile görüşüp bir sonraki gemide zar zor yer bulup diğerleri ile Belize’de bulusabileceğimiz şekilde yeni bir plan yapıldı ve biz bavullarımızı alıp araba ile yola çıktık.  Bu arada bavullarımızı almamız uçağın diger yolcuları için iki saatlik bir gecikmeye sebep olduğundan havayolunun kara listesine girip bir daha asla business class a upgrade edileceğimizi sanmıyorum.

O uçak düşmedi. Iki saatlik bir yolculuktan sonra bizi götürmesi gereken yere indi.  Uçağa binmediğimizi haber verdiğim annesinden öğrendiğime göre bu sabi Harvard’da okurken Atlanta’dan Boston’a gidecek uçak yolculugu için de aynı aksiyonu yapmış ve ondan sonraki tüm yolculuklarında hep tren ile iki günlük yolculukları tercih etmiş.  Yahu çıkmıyor işte rüyaların, ne diye insanları perişan ediyorsun.  Bunu önceden bilseydim eğer tanımıyorum ben bu manyağı numaramı çeker o uçağa binerdim.


Fasulye Sırığı ve ben ise yedi saat boyunca benim ağır ayağımla kullandığım bir arabada bu sefer benim homurdanmalarım ve huysuzluğum eşliğinde fantastik bir yolculuk yaptık.  Tuvalet ihtiyacını gidermesi için durmamı sağlaması ağlayarak yalvarması eşliğinde olduğundan hayatının en hızlı araba yolculuğunu yaptı benim şapşi kocam.

Suursuz American

17 Mart 2016 Perşembe

Tatlı Var Yersen, Şizofren Var Seversen!!!

Nisan 2015

Yine zamanda biraz daha ileri giderek gecen yılın Nisan ayından bir hikaye ile burdayım. 


Bahar gelmiş, havalar ısınmış, akşam olsa da sıcacık evime gidip polar pijamalarımı giyip kestanemi pişirsem modundan yeni çıkmaya başlamıştık.  Gün içerisinde, neredeyse haftanın üç günü buluştuğum arkadaşım Sinsirella ile konuşmuş akşam buluşmak için sözleşmiştik.  Sinsirella’nın iş yerine yakın olduğu için Kanyon’da buluşmayı kararlaştırmıştık ancak trafik yüzünden daha Nişantaşı’ndan Şişli’ye gelebilmem bir saat sürdüğünden Sinsirella’dan iş yerinin yakinindaki, o alttan giden şeylere binip Astoria’ya gelmesini yoksa beni beklerken çiçek açıp meyve vereceğini söyledim.

Buluşma yerini Astoria’ya almamıza rağmen Sinsirella benden 20 dakika önce gelmiş restaurantta beni bekliyordu.  Otoparka inip arabayı park ettikten sonra acele ile  AVM’nin güvenlik kapısından geçerken bir çift gözün üzerimde olduğunu hissettim.   İşte Şerbet’i ilk o zaman gördüm.  Arkamı dönüp baktığımda, ben güvenlik cihazından çantamı alırken birkaç kişi arkamda üstünde şık gri bir takım elbisesi olan, şu her erkeğe yakışmayan ama geçen yıl sakalları çıkan her yetiskin erkegin mutlaka denediği o çok moda sakalları olan, yapılı, uzun boylu Şerbet gibi çocuktu içeri girdiğimden beri beni izleyen.  Ben güvenlikten geçmiş asansörü çağırmış beklerken, Şerbet’in güvenlikten spor çantasını alışı sırasında hala beni izlediğini hissedebiliyordum (baktığını görmeden nasıl anlayabiliyorsun diye sormayın bunu erkekler anlamayabilir ama kızlar beni anlayacaktır).   İki kişi ile birlikte bindiğim asansörün kapısı kapanmak üzereydi ki biri çantası ile kapının kapanmasını engelleyerek asansöre bindi.  Bingo!!  Şerbet ‘ti gelen.  Restaurantın bulunduğu giriş katına gelmeden önce asansörde bulunan diğer son kişi de inince Şerbet asansöre girdiğinden beri, içinde bulunduğumuz çekim sanki daha da bir artmıştı.  Asansörde bir yabancı ile bodozlama fantazisi geliyor sanıyorsanız sizin için sadece üzgün olabilirim.  Henüz öyle bir şey yaşanmadı.

Biraz sonra giriş kata geldiğimizde inecek ve bu hoş adamla flörtöz bakışmalarımız benim Sinsirella ile buluşur buluşmaz “ya ne oldu biliyor musun?  Asansörde erkek türünün güzel örneklerinden biri ile bakışa bakışa geldik.  Allah için hoş adamdı bee” şeklinde bu akşam ki muhabbetimizin konu başlıklarından biri olarak iki dakikamızı alacak ve akşamımıza hoş bir seda bırakacaktı. 

Asansör kata geldiğinde bu da diğer Türk erkekleri gibi özgüven eksikliğinden midir, daha önce kadınlarla yaşadıkları travmalardan mıdır nedir, bakışları ve yaydığı o enerji ile dağları delecek ama konuşmaya gelince bu da tırt çıkacak diye düşünürken Şerbet ilk hareketini “çok şıksınız” diyerek yaptı.  Bak şimdi, dogrusu hiç beklemiyordum konuşmasını.  Asansörün kapısı açılıp çıkmaya hazırlanırken “siz de öylesiniz, iyi akşamlar “diyebildim sadece.  Ne deseydim?  Hah!  çok şükür.   Yahu ne alemsin hiç konuşmayacaksın sandım bir an, dur şu asansörü bir kapatayım da bi tur daha atalım dese miydim acaba?

Daha bir iki adım atmıştım ki Şerbet “pardon bir dakikanızı alabilir miyim lütfen?” diye durdurdu beni.  Ona doğru dönerken aklımdan vuvuzela soundu eşliğinde geçen, işte bu yürü be koçum, tezahuratlarını saklamaya çalışarak yuzumde engelleyemedigim muzip gulumsememle “biraz acelem var ama bir dakikamı ayırabilirim sizin için”dedim. 

Şerbet’de klasik, aslında hiç yapmam böyle şeyler repliği eşlinde “benim de çok acelem var aslında ama böyle hiçbir şey söylemeden de gitmenize gönlüm razı olmadı” dedi ve çok şık deri bir kartlıktan bir kartını çıkararak “size bir kartımı vermek istiyorum.  Sizin de bir kartınız varsa almak isterim” diyerek kartını uzattı.  Göstermiş olduğu medeni cesaretin ödüllendirilmesi ve benden sonra yapacağı girişimlerin önünün açılması için elimi, içi çarsı pazar tezgahına dönmüş çantamın içine atıp şöyle bir yoklayıp kıyıdan köşeden bir kartvizit çıkartıp, üzerine yapışan tozlari şöyle bir sallayıp kartımı uzattım.   Kartı alırken güzel dişlerini ortaya çıkararak gülümsedi sadece.  Ayrılırken elimi sıktı ve “mutlaka arayacağım sizi” dedi ve gitti.    

Hızlı adımlarla yanına gittiğim Sinsirella, bütün yüzümü kaplayan gülüşüme bir anlam verememiş olacak ki “ne oldu yavrum sana yüzünde güller açmış?”  diye sorunca otoparktan giriş katına kadar olan herşeyi anlattım.  “Aaaa ne diye numarasını alıyorsun herifin?  Kız yoksa adama kuyruk mu salladın?” diye sordu hemen.  “Canım benim tabii ki kuyruk falan sallamadım hem biz buna kuyruk sallama demiyoruz, medeni cesaret diyoruz.  İşte tam da bu yüzden verdim numaramı” dedim.  Neden adının Sinsirella olduğunu bir parantezle açıklama gereği duymadığımı anlamışsınızdır. 

Ertesi sabah saat 7.30 da gelen bir mesajla uyandım.  “Günaydın”, “bugün çok yoğun bir programım var”, “ kalkar kalkmaz sana yazıp”, “ sen gibi çok güzel bir gün geçirmeni dilemek istedim” diyordu arka arkaya yolladığı mesajlarında.  Bismillah yeni ergen, bir dur bu şuursuz bir uyansın, gözünün çapağını bir alsın önce.  Nasıl bir sabah performansı bu yahu, elinde telefonla mı uyandın?  “Ben de sana günaydın” diye cevap verdim.  

Şerbet’ten öğlene kadar ses çıkmayınca hassas ergen,  mesajımın hiçbir anlam ve önem içermemesine alındı zannımca diye düşünürken yeni bir mesaj geldi. 
“Dün giydiğin ayakkabılar çok şıktı” diyordu mesajında.  Allah Allah şimdi burada bir ayakkabı takıntılısı ile mi karşı karşıyayız yoksa bir ayak fetişisti ile mi onu bilemedim.  Eger ayakkabıdan bahsediyorsak o zaman sorun yok bayılırım ayakkabı seven adama.  Ancak konuştuğumuz mevzu ayak ise o zaman durum karışık.  Çünkü benim ayaklar ayak fetişistini fetişinden soğutur cinsten.  Siz hiç parmaklarının taklidi yapılan bir ayak gördünüz mü?  İşte o benim ayağım.  Hep itildi, kakıldı, hor görüldü bu ayaklarım benim.  Her türlü fetiş olur ama ayak fetişi ile yürümez bu ilişki. 

Daha benim cevap vermeme fırsat vermeden “akşam buluşalım mı?” diye başka bir mesaj geldi.  Içimden olur buluşalım demek gelse de şartlar bu akşam buluşmamıza izin vermediğinden “çok isterim ancak bu akşam maalesef uygun değil.  Yarın akşam musaitsen süper olur” diye cevap verdim hemen.  

“Olur. Sen ne zaman istersen buluşabiliriz” diye cevap verince içimden vay be Şerbet’e bak ne kadar anlayışlı, hiç ısrar etmedi.  Randevuya çıkmadan bir puanı kaptı diye geçirdim içimden.
Ben akşam iş yemeğindeyken Şerbet’in canı sıkılıyor olmalıydı ki vik vik mesaj yolladı durdu.  Eve girip üstümü çıkarmadan çantamı yere, kendimi koltuğa atmıştım ki attığı mesajdan yeni bir tripcan adayımız olduğunu anladım.  “Sen neden benim mesajlarımı görmezden geliyorsun?  Iş yemeğin romantik bir yemeğe mi dönüştü yoksa?” diyen mesajına ne cevap versem diye düşünürken Şerbet aradı.
“Kusura bakma, merak ettim seni.  Mesajlarıma cevap vermeyince başka birisi ile meşgul olduğunu düşündüm” dedi.  Allahım sana geliyorum.  Daha dün sadece iki dakikalık muhabbetin olduğu birisinin hayatının merkezi olduğunu düşünen bu sabileri neden karşıma çıkarıyorsun, beni mi deniyorsun?  Hala??
“Öyle bir şey olsaydı önce senin haberin olurdu.  Gerçekten iş yemeğindeydim.  Masada ingilizce tercüme yapmak zorunda kaldığım için dikkatimi sürekli gelen mesajlarına vermede biraz sıkıntı yaşamış olabilirim” dedim.
Hemen arkasından “hayatında kimse var mı?” diye bir soruyla geldi.
Evet canım hayatımda ki ilk onbiri kurdum şimdi de yedek klübesi için çalışmalar yapıyorum demek istedim ama kısa kesmek icin “hayır şu an yok kimse” diyebildim.
Daha ben bir şey soramadan “benim de yok hayatımda kimse.  Aslında son ilişkimden yeni çıktım, çok boğuyordu beni ve ayrıldık” diyerek son ilişkisi ile ilgili aslında benim kendi çabalarım ile öğrenmem gereken bilgileri vererek bütün eğlenceyi aldı benden.

Yorgunluğun da vermiş olduğu bir rehavet ile “tamam canım o zaman yarın akşam buluştuğumuzda bütün seceremizi döker ben de sana bütün kirli çamaşırlarımı anlatırım böylece çok ciddi bir ilişkiye adım atar sonsuza kadar mutlu yaşarız” diye bir espri yaptım.  Karşıda bir duraksama olunca sarkastik yaklaşımımı anlamadığını farkedip “Şaka yaptım şakaaa” diye bir kahkaha atınca “tamam o zaman yarın seni görebilmek icin sabırsızlanıyorum” dedi.

Akşam için bana daha önce önünden çok geçtiğim ancak hiç gitmediğim çok şık bir Italyan restaurantinda randevu verdi.  Restaurant seçiminden de bir puan aldı hadi bakalım.
Benden önce restauranta gitmiş beni bekliyordu.  Onu ilk gördüğüm hali gibi ona verdiğim isme yakışır şekilde çok şık ve hoş görünüyordu.  Sandalyeye oturduğumda ilk farkettiğim telefonun ekranınının masada ters çevrilmiş olduğuydu.  Gerçekten hiç sevmiyorum erkeklerin bu cin olmadan adam çarpma triplerini.  Kimden neyi saklıyorsun, kimin aramasını görmemi istemiyorsun arkadaşım?  Geri aldım bir puanını.

Arkadaşından gelen bir telefonla kısa bir görüşme yaptıktan sonra telefonun ekranını ters çevirmeyi unuttu herhalde diye düşünürken Şerbet’in muhabbetinin hep kendi üzerine olduğunu farkettim.  Ben şöyle başarılıyım, ben böyle terfi ettim, kolay gelmedim olduğum yere, beni her kadın taşıyamıyor maalesef, çok zor bir insanım ben bla bla bla.   Ben zor bir insanım ne demek?  Üç bilinmeyenli denklem misin, polinom musun, integral misin?  Alt tarafı her erkek gibi üç tane fonksiyonun var;  karnını doyurmak, üremek ve tuvalet ihtiyacını gidermek.  Muhabbetimiz diyalogdan çok monolog şeklinde ilerlediğinden aklıma şu salatadan dişime iki maydonoz yapıştırıp şöyle gevrek gevrek gülsem benden soğumasını sağlayabilir miyim acaba gibi sikimtronic fikirler geçiyordu.  Kendini bu kadar anlatıp sürprizlere yer bırakmadığı için iki puan alıyorum kendisinden.

Masada duran telefonu çalınca ister istemez gözüm arayanın ismine takıldı.  Bebişko yazıyordu ekranda.  Bebişko ne allahını seversen ya diye düşünürken yüzündeki panik havasını farkettim.  Ekranda yazan ismi görmediğimi umarak şu telefona bir cevap vereyim diyerek masadan kalkti.  Döndüğünde ne diyecek acaba derken beynin boka batması ifadesi ve dikkat dağınıklığı ile karışık “ablamın kızı aradı, dayısını özlemiş” deyiverdi.  Ohaaa, ne bahaneler duydum ama bu duyduğum en kötüsünün kötüsüydü gerçekten.  Tamam saf bir insanım kolay inanıyorum ama hiç mi zeka pırıltısı yok gözümde yahu.  “herşey yolunda mıymış bari?” diye sordum.  “Şımarık işte, dayısına cilve yapıyor” diye geçiştirdi. 

Daha beş dakika geçmemişti ki bu bebişko bir kez daha aradı.   Yine telefonunu masadan aldı, ağzını yüzünü buruşturup bir dakika işareti yaparak uzaklaştı masadan.  Bu masadan, bu restauranttan bir an önce çıkmam lazımdı.  Tam o sırada garson elinde yemeğin başından beri beklediğim, menüde gözüme kestirip sipariş verdiğim tatlıyı “buyruuun işte gecenin en güzel anını birlikte paylaşmanız için beklenen tatlı da geldi” diyerek getirdi.   Şimdi kalkıp da bu tatlının aklımda kalıp bir yerimin şişmesini istemediğimden “bunu çok acil paket yapmanız ne kadar sürer?” diye sordum.  Garson şaşkın ve muzip bir şekilde “sizin için iki dakika da paketlerim ben bunu” dedi.  “Tamam o zaman kapıdan çıkarken alırım sizden, arabayı da getirirler mi hemen”diye sorup çantamı montumu toparlayıp, arkası bana dönük bir halde hala telefonla konuşan Şerbet’e son bir kez bakıp masadan ayrıldım. 

Garson söz verdiği gibi ben kapıdan çıkarken tatlıyı hazırlamış elime tutuşturdu ve arabamın kapıda beklediğini söyledi.  Arabaya bindiğimde içimde bu güzelim suflenin heba edilmemiş olmasının verdiği mutluluğu yaşarken Şerbet’in götüne de boğaz köprüsünün girmesini diledim.

O akşam telefonumdan, bana ulaşabileceği her yerden kendisini engellemiş olduğumdan Şerbet bana ulaşamadı ancak sabah ofise gittiğimde gönderdiği çiçekler ve mesajları ile varlığını hatırlatmaya çalişsa da bir daha kendisi ile iletişime geçmedim.  Görmezden gelmeyi kim bulmuşsa yemin ederim harika bir sey yapmis.   Bunun gibi şizofrenler daha kötüsünü hak ediyorlar ama neyse...

Eve Donus Hali: Single
Iliski Durumu: Hala Single
Serbet’in Durumu: Hala cin olamadi

Gecenin Puani: Sayamadim ama cok eksilerde

8 Mart 2016 Salı

Afrika!!! Anlatılmaz Yaşanır....


Haziran 2005




Istanbul’dan olaylı çıkışımdan sonra Ingiltere’ye geleli bir hafta olmamıştı ki Fasulye Sırığı araştırma görevi ile Kenya’ya gitmek zorunda kalmıştı.  Görev süresi bir ay olarak belirlendiğinden sadece bir ay ayrı kaldıktan sonra geri dönecek ve normal hayatımıza devam edebilecektik.  Benim planım böyleydi ama evren hala benim planlarımı mikine takmıyordu o ayrı tabii.

Daha gideli on gün olmuştu ki bir gece yarısı Fasulye Sırığı’nın Kenya’da beraber olduğu başka bir Amerikalı arkadaşı Çengel’den (çok uzun boylu, zayıf ve kambur yürüyüşünden dolayı ) gelen bir telefonla uyandırıldım.  Çengel’in neredeyse ağlamaklı olan ses tonuyla anlattıkları ile gözüm açılmış duyduklarımdan sonra  donmuş bir halde hiçbir şey hissetmeyip,  olmayan şuurumunda kapanmış halde konuşamama modunda olduğumu Çengel’in  telefonun diğer ucundan gelen “Şuursuz heeyy orda mısın? Iyi misin?” nidaları sonrasında fark ettim.  

Çengel'in söylediğine göre Fasulye Sırığı Kenya’nın Tanzanya sınırına yakın bir yerdeki kampta kene tarafından ısırılmış ve acil olarak helikopterle Nairobi’ye götürülerek yoğun bakıma alınmıştı.  Siz de beyin donması moduna girmeyin de görelim.  Çengel’e tamam hemen hazırlanıp geliyorum deyip telefonu kapatıp valiz yapma girişimlerine başlayacakken Çengel “dur bir sakin ol,  Şuursuz öyle hemen ilk uçağa atlayıp gelemezsin buraya, yarın gidip gerekli aşıları yaptırman lazım sonra ben seni yine bu uydu telefonundan arayıp biletin ile ilgili bilgiyi vereceğim ve seni birinin karşılaması için gerekli ayarlamaları yapıp gelişini organize edeceğim” dedi ve telefonu kapattı.  

Şurada sabaha ne kalmıştı ki zaten hemen ilk iş sağlık ocağına gidip aşı yaptırır sonra da diğer evrak işlerini halledip akşam uçağı ile de giderim diye düşündüm.  Odanın içinde bir aşağı bir yukarı dolaşıp en kötü senaryoları düşünmemek için dudaklarımı yerken "koskoca adam O, güçlüdür Fasulye Sırığı bir kenenin ısırması ile ölecek değil ya" diye kendime telkinde bulunuyordum. 

Sabahi zor ettim.  Hemen kendimi dışarı atıp sağlık ocağına gidip bu aşı mevzusunu halletmem lazımdı.  Doktordan önce gidip kapıda beklediğimden doktoru kapıda yakalayıp nefes almadan durumu anlattım ama benim heyecanımı pek paylaşmıyor olmalıydı ki gözümün içine bakıp bütün o soğuk kanlı İngiliz piçliği ile yapamam dedi.
Iyi de niye yapamıyorsun dostum alt tarafı aşı yapacaksın atom mu parçala dedik.   Yapamam cunku istediğin aşı bir tane değil tam beş tane ve hepsinin bir günde yapılması imkansız.  Yahu sevgili, hayatından ettiği nefreti benden çıkarma fırsatı yakalamış pratisyen hekimim acil bir durum dememin neresini anlamıyorsun?  Daha nasıl anlatabilirim acil diyorum, adam ölecek mi kalacak mi bilmiyorum diyorum, gitmem lazım diyorum daha nasıl anlatsam?  Sana çiçek alsam, böcek alsam, acicik şefkat göstersem yüzün de iki kas oynar mı acaba?
“Sana burada sadece iki tane aşı yapabilirim dedi.   En kötü yarın da gelirsin iki tane de yarın yaparız, üçüncü günde sonuncuyu yaparız böylece Kenya’ya gidebilirsin” dedi.   Başladım hüngür hüngür ağlamaya sonra bütün hikayeyi başından anlattım.  Anlattığım aslında bir imkansızlıklar silsilesi içinde bir araya gelebilmiş, çok büyük travmalar, dramalar atlatmış, aşireti tarafından kesilmeyi bile göze almış doğulu bir kız ile batılı esas oğlan hikayesiydi.  O anda  bildiğim bütün aşk filmlerinden, dramalardan oluşturmuş olduğum süper bir hikayeydi bence.  Soğuk kanlı Ingiliz doktorumuzun yüzyıllar önce dondurulmuş yüz kaslarında bir gevşeme olduğunu görünce bu acıların çiftine daha da bir acı kattım.  Işe de yaradı.

Eğer bu aşıları bugün olmak istediğime ve olabilecek bir komplikasyonda doktorun hiçbir sorumluluğunun olmadığını yazan bir kağıt imzalarsam aşıları yapıp aşı karnesini imzalaması konusunda anlaştık.   Aşıları oldum ama hepsini bu kadar kısa sürede alınca bana bir haller oldu.  Kolumu kaldırmak istiyorum kalkmıyor, bacağım oynamıyor binlerce karınca vücudumda yürüyor beynime sıcak sıcak taze kan taşıyorlardı sanki.  Felç olmak böyle bir şey herhalde diye düşünüyorken Doktorumuz içeri geldi” uyuşma başladı mı?” diye sordu.  Ulan göt lalesi felç geçirmeyen bir insana korkudan felç indirmek yerine söylesene baştan  aşılardan sonra bunu yaşamamın normal olduğunu bir süre sonra geçeceğini. 


Bir saat sonra bacaklarımı hissetmeye başlar başlamaz aşı kartımı alıp hemen sağlık ocağını terk ettim.  Eve gidip valizime son bir kaç bir şey daha koyup kapatacaktım ki Çengel aradı.  “Gerekli aşıları yaptırıp evraklarını hazırladın mı?” diye sordu.  Ben de “evet bütün aşılar tamam” deyince şaşırdı biraz ama çok da detay vermedim.  O zaman bu geceki uçağa bilet alıyorum birazdan mailine gönderirim çıktısını alıp havaalanına gitmen yeterli” dedi. 

Eşyalarımı hazırladım, gelen biletin çıktısını da alıp bulduğum ilk otobüs ile Londra’ya gittim.  Uçağım gece geç saatte olduğundan Londra’da yaşayan Papatya’yı (gülünce gözlerinin taa içi gülen ender insanlardan olduğu için) aradım.  Papatya ile Oxford’da tanışmıştık.  Amerika’ya gitmeden önce kaldığım evde kimsenin kullanmadığı bir oturma odası olduğunu bilen Türk arkadaşlarım yeni gelen, kalacak yeri olmayan Türkleri yardımcı olmam için bana gönderirlerdi.  Ancak son bir kaç tanesi yaptığım iyiliklere rağmen beni fena sattıkları için artık göndermeyin istemiyorum  kimseyi diye fetva vermiştim herkese.  Ancak çok sevdiğim yaşlı bir Türk abimiz Papatya’nın durumundan bahsedip rica edince onu kıramamış ve istemeye istemeye benimle kalmasına razı olmuştum.  Ama Papatya beni hiç üzmedi.  Çok iyi arkadaş olduk, hala da severek görüştüğüm can arkadaşımdır.

Havaalanına erken gitmiş Papatya ile alanda buluşmuştuk.  Tanıdık bir yüzü kanlı canlı karşımda görünce dün geceden beri kabar kabar olmuş yüreğim Papatya’yı görünce daha fazla dayanamadı ve kendimi kollarına atıp kelebek gibi ince ince titreyerek alanın ortasında ağlamaya başladım. 

Hemen çökecek bir restaurant bulup bir şişe şarap söyledik.  Olan biten her şeyi anlatıp bitirdiğimde hem şişenin dibi hem de gitme saatim gelmişti.  Şarabın etkisiyle sağa sola yalpalayan beni uçağin kalkacağı kapıya götüren Papatya ile vedalaştım ve beni ne ile karşılaşacağımı bilmediğim Nairobi’ye götürecek uçağa bindim.  Dokuz saatlik uçuş bitmek bilmedi. 

Nairobi’ye indiğimde yüzüme vuran sıcak hava dalgasının getirdiği ekşi koku genzimi yaktı.  Beni elinde ismimin yazılı olduğu bir kartonla karşılayan Amerikan Konsolosluğu görevlisine önce Fasulye Sirigi’nin durumunu sonrada kokuyu fark edip etmediğini sordum.  Fasulye Sırığı’nın durumunda bir değişiklik olmadığını söyledi ama koku için sanki havadaki kokuyu ben söyledikten sonra ilk defa fark etmiş gibi kafasını gökyüzüne kaldırıp derin bir nefesle birlikte kokuyu içine çektikten sonra bana dönüp “ haa bu koku! Bu şehirde her gün öğleden sonra herkes evinin önünde kendi çöplerini yakar.  Bu onun kokusu ama dert etme alışıyorsun bir süre sonra”dedi.  Alışmak mı?  Bir şeye alışmak veya bir alışkanlıktan kurtulmak için yirmi bir güne ihtiyaç duyulur.  Ben burada bu kokuya alışabilecek kadar kalmayacağım ki.  Fasulye Sırığı iyileşir iyileşmez birlikte Ingiltere’ye döneceğiz yahu.  Bu yine benim planımdı.  Evren ve Amerikalıların başka planları varmış, bilmiyordum henüz.

Hastaneye vardığımızda artık akşam olmak üzereydi.  Beni hemen Fasulye Sırığı’nın yattığı odaya götürdüler.  Onu Ingiltere’den gönderdiğimde üzerinde olan heybeti gitmiş yerine küçük bir çocuğun masumiyeti ile sıska bir adamın vücudu gelmişti.  Onu orada bilinci kapalı yatarken gördüğümde aklıma ilk gelen şey ona bir şey olursa onsuz ne yapacağım oldu.  Sonra bütün bu duygulardan sıyrılıp odadan çıkıp onunla ilgilenen ya da ilgilenmeyen ne kadar doktor varsa karşılaştığım hepsini  durdurup Fasulye Sırığı’na ne olacağını sordum.  Herkes aynı gizli birliğin üyeleriymişde aynı şeyleri söylemeye yemin etmişlercesine aynı ritüel ve mimiklerle “sadece bekleyeceğiz bayan” diyordu.   Hem hastanenin içindeki koşturmamdan hem de iki gündür uyumamış olmamın da vermiş olduğu bir yorgunlukla sinirlerim iyice yıpranmış halde doktorun birine sesimi yükseltir bir şekilde “nasıl bir doktorsunuz hiç mi kene ısırığı vakasını tedavi etmediniz?  Nasıl bilemiyorum dersiniz?” diye bağırırken Çengel kolumdan yakalayıp kendine çekti beni.   Başımdan tutup beni ince zayıf göğsüne yaslarken “geçecek, uyanacak görürsün, herkes elinden geleni yapıyor hepimiz sakin olmalıyız.  Çok yorgunsun, seni dinlendirelim.” Dedi.   Fasulye Sırığı’nın odasına yakın bir odada bana bir yatak yaptılar, ağlarken uyumuşum.  

Rüyamda Fasulye Sırığı ile kendimi okyanus kıyısında bir evin verandasında sallanan sandalyelerde oturmuş şarap içerken gördüm.   Yüzünün rengi şu an olduğu gibi solgun, renksizdi.   Bana "eğer yaşasaydım beni hiç bırakmazdın değil mi?" diye soruyordu ki hastaneye ilk geldiğimde kuytuda sıkıştırıp carladığım doktorlardan birinin beni hanımefendi, hanımefendi diye kolumu dürtmesi ile uyandım.  Fasulye Sırığı uyandı.  Bilmek istersiniz diye uyandırdım diyecekti herhalde ki cümlesi bitmeden ben odadan çıkmıştım bile. 

Odasına gittiğimde Çengel kapının önünde bekliyordu.  “Önce seni görsün istedim” dedi.  İçeri girdim yüzünde, vücudunun her hücresi ile savaşmış ve bu savaştan galip gelmiş bir savaşçının mutluluğu ve bir o kadar da yorgunluğu vardı. 
Halsiz bedeni ile parmaklarını oynatıp yaklaş işareti yapıp elimi tutu ve “uyurken hep seni gördüm ve ben ölmüştüm” dedi.  

Fasulye Sırığı iyileşti.  Çok zayıfladığı ve güçsüzleştiğinden kendini toparlaması için bir hafta daha şehirde kaldık.  Artık iyileşti İngiltere’ye gidip normal hayatımıza geri dönebiliriz diye düşünürken Fasulye Sırığı gelip “iki haftalığına Sudan’a gitmemiz gerekiyor sonrasında geri döneceğiz merak etme” diyerek benim geri dönme planlarımın ilkine çomağını böyle soktu.  Inan Afrika’da soktuğu son çomak olmayacaktı bu. 

Afrika’da rahat duran, kocasının dizinin dibinden ayrılmayan, sözünden çıkmayan bir şuursuz muydum?  Tabii ki Hayır.  Nairobi polisi tarafından rüşvet vermeme suçuyla!!  nezarete atılıp siyah giyen adamlar tarafından kurtarılmış olduğum,  turistlerin tonla para ödeyip safari yaptıkları bölgede  Fil ailesinin reisi baba (gerçekten baba gibi fildi) file bana bakarken daha iyi bir poz yakalarım diye taş atıp, arkasından arabayı çalışır halde beni beklemesini söylediğim gariban Kenya'lı koruma ile birlikte kaçarken tozu dumana katmış olduğum, Laikipia bölgesinde kalırken ben çok sıkıldım makinemi de alıp biraz dışarı çıkayım deyip, daha on adım uzaklaşamadan beyaz bir kadın olarak yürüyen para makinesi imajı verdiğimden Afrikalı dilenci ve satıcılar tarafından sıkıştırıldığım ablukadan zar zor kurtarılmış olduğum,  İki kamp arasında seyahat ederken durakladığımız yerdeki çocukların fotograflarını çektikten sonra aç olduklarını fark edip önce bütün takımın öğlen yemeği sandwiçlerini ve kutu içeceklerini sonra da ayağında ayakkabısı olmayanlara da aracın içinde ne kadar terlik ve yedek ayakkabı varsa dağıtıp bir sinir harbi yaratmış olduğum, Kaldığımız mülteci kampında yüzlerce kadın arasında tek aynaya sahip kadın olarak çok popüler olup çadırımın önünde izdiham kuyrukları oluşturmuş olduğum  ve başımı daha bir çok kez belaya soktuğum doğrudur.  


Fasulye Sırığı uyurken benim gördüğüm rüyadan ve uyandığında onun söylediklerinden sonra ne zaman sorun yaşasak ve ondan ayrılmayı düşünsem aklıma hep ilk uyandığı an geldi ve ben hep vazgeçtim. 
Eski bir kızılderili atasözü der ki; hayatınıza giren herkesin ve yaşadığınız her olayın hizmet ettiği bir amaç mutlaka vardır.


Suursuz American

1 Mart 2016 Salı

Sorun Bende Değil Sende!

Biliyorum buraları biraz ihmal ettim.  Işe yeni girdiğimden bu aralar biraz yoğun geçiyor.  Yeni düzenime alışır alışmaz tekrar rutin halime geri döneceğim söz.
Şimdilik bu yazımda kaldığımız yerden değil, 2014 Şubat'ında yaşadığım bir randevudan devam edeceğim.  



Sorun Bende Değil Sende
Güneşli bir Cumartesi gününde camdan dışarıya baktığımda parlayan güneşe rağmen sokakta yürüyen insanların montlarına, kabanlarına sıkı sıkıya sarıldıklarını görünce yatağın üzerine fırlattığım, akşam giyilebilmek için seçilmeyi bekleyen kıyafetlerime dudak bükerek bir bakış attım.  Sonra da neden bu kadar düşündüğüme bir anlam veremeden yahu nasıl olsa ne giyersem giyeyim bu yeni adam için hepsi yeni kombinasyonlar olmayacak mı sanki deyip en son dışarı çıktığımda giydiklerimi giymeye karar verdim.  Galiba bir öncekinde de aynısını yapmıştım, ve bir öncekinde de.

Hem neden bu kadar önemliydi ki ne giyeceğim, sonuç belli değilmiş gibi, yine geceyi yalnız bitirebilmek icin bahaneler bulacağımı hatta yine yakın arkadaşlarımdan birine bir piyes yazıp oynatacağımı bilmiyormuşum gibi. 

Giyinirken bir yandan da düşündüm hani olur da ihtiyaç duyarsam ki bu ihtimal uzun zamandır hep var, bu akşam kendimi kime aratmalıyım acaba?  Eski ev arkadasim Hyperella’ya oynatmıştım bu rolü en son.  Yine tam da yemek bitmek üzereyken ve o malum benim evde bir şeyler içelim mi sorusunun sorulma vakti yaklaşırken kendini rolüne iyice kaptırmış olan Hyperella tarafindan ağlayan, zirlayan yüksek oktavdan bir ses ile aranmış ve telefonu kulağımdan uzaklaştırmak zorunda kalmıştım.  Telefonu kapatır kapatmazda o gecenin müskül beyefendisine çok acil eve gitmem lazım en yakın arkadaşım erkek arkadaşı tarafından hırpalanmış bana gitmiş resepsiyonda beni bekliyor nidaları ile heyecan, korku karışımı bir sahne ile restorandan kaçmıştım.  Bu arada hiç de fena oynamıyorum bence.  Benim hemen çıkmam lazim deyip vale yi bile ödemeden adamın vah vah, tabii gitmelisin, ben de geleyim mi, çok üzüldüm serzenişleri arasında gözden kaybolmuş, arabanın direksiyonuna geçince de yine neden olduğu bilinmez bir huzura kavuşmuştum.  Bir başarısız randevuyu daha arkada bırakmış olmanın verdiği dayanılmaz hafifliktendi galiba bu huzur.   Restaurant da bıraktığım potansiyel aşık için üzülüyor muyum?  Hayır üzülmüyorum çünkü kendilerini çok akıllı sanan bu grup, şaşali restaurantlarda iki kadeh içip üstüne de üç course yemek yiyince gecenin sonuna doğru yapacakları scoru düşünüp bunu o kadar belli ediyorlar ki bence daha kötüsünü de hak ediyorlar.

Bu gece farklı olsun lütfen diye geçirdim içimden ayna da kendime bakarken.  Yine huylu huyundan vazgeçmiyordu.  Havanin soguk olmasina ragmen bana çoktan bahar gelmiş havasında giyinip üzerime kadifemsi bir ceket alıp attım kendimi apartmanın dışına. Taksi de üşümezdim nasıl olsa.
           
Bu gecenin, ilk randevuda ben bunu ne götürürüm ama gecelerinden biri  olmamasını umarak taksiye bindim.  Cihangir’e doğru yola çıktı taksi ama yine her zaman olduğu gibi yanımda nakit para yoktu ve buz gibi gece de taksiden inip ATM ye gitmem gerekecekti.  Neden şu taksilerin hepsi POS makinası kullanmaz ki ya da neden obez Amerika’da ki gibi arabadan inmeden para çekebileceğimiz ATM ler yapmazlar ki? Hayatım daha kolay olabilirdi o zaman.  Sanki hayatimda ki tek zorluk aabadan inmeden para çekebileceğim ATM makinası bulmaktı.  Işte soğuk havada kıçı açık olunca böyle saçmalıyordu demek ki insan.  Ama ATM makinası bulmak hiç de düşündüğüm kadar kolay olmadı ve götüm dondu resmen umarım bu gece bu çektiğim çileye değer diye düşündüm.  Taksiye binince mayışarak kendimi tekrar taksinin sıcak koltuğuna bıraktım. 

Alman Hastanesi’nin önüne geldiğimde küçük demirli camlarında menekşe saksıları olan küçük kafenin önünde Ceviz (bu arada cevize fena alerjim var) beni bekliyordu.  Aklımdan ilk geçen Ceviz’in düşündüğümden daha kısa olduğuydu.  Ayakkabılarımın topukları Cihangir’in arnavut kaldırımlarıyla cebelleşirken boyu ile ilgili daha iyi bir fikir alabilmek için yanında yürümeye çalışıyordum.  Ancak birilerinin  asfalt dökmeyi düşünebildiği bir düzlükte gelebildim Ceviz ile yan yana ve o anda gecenin sonunu tahmin edebiliyordum ama yine de belki boyunu kapatacak başka bir özelliği vardır diye düşünmek istedim içimde derin bir yerlerde..

Yeni tanıştığınız bir insan hakkında iki dakika içinde görebileceğiniz özellikleri kafanızın içinde yorumlamaya başladığınızda ve bu yorumlar vücut oksitosin salgılamadan birbiri ardına geliyorsa kendi iç sesinizden adami duyamayabiliyorsunuz.  Ceviz üç kere “umarım üşümüyorsundur ceketimi vermemi ister misin” diye sormuş. 
Düşüncelerimden sıyrıldığımda  Ceviz gözümün içine melun melun bakıp bir cevap bekliyordu.  Ne vardi bu kadar kısa olacak hem boyun uzun olsa yüzünün güzelliğine  ne de güzel yakışırdı. 

“Iyiyim çok iyiyim üşümem ben, koca kışı böyle ceketle geçirebilirim hiç problem değil” diye cevap verdim.

Ya bok problem değil bunun problem olmadığı zaman iki aylık kış mevsiminin olduğu, Amerika’nın en güneyindeki eyaletlerinden birinde yaşıyordun, kuş kadar beynin var o da dondu değil mi sapsal?

Gittiğimiz restaurant zifiri karanlığın bir çıt üstü, Hollywood yapımı Italya’da geçen bir filmin sahnesinden çıkmış tarzda dekore edilmiş bir Italyan restaurantıydı.  Ceviz oturabilmem için sandalyemi kibarca çekti ve hemen yanımda ki sandelyeye de kendisi oturdu.  Kısa ama centilmen diye düşündüm.  Artı bir puanı kaptı hadi bakalim.  Gecenin sonunda kaç puan toplayacak bu sabi ben de merak ediyorum. 
Şarap olarak ne içmek istediğimi de sordu bir puan da ordan aldi. Hooop iki puanı kaptin hadi.  Atladım tabii kararlı ve net olarak Rose istedim.   Daha önce hic içmemiş, iyi ya yeni bir şey öğrendin benden iyisin.  Bundan sonra her Rose gördüğünde, içtiğinde aklına ben gelirim.  Kesin.

Hemen iş güç muhabbetine başladik tabii.  Ne soracaktım ki zaten yavrum baban nereli nereden bu boyun posun temeli diye sormayı çok isterdim.  Acaba babası da kısa bir adam mıydı?  Ama annesi aşmış kendini almış adamı, riske girip bir de üstüne bunu yapmışlar. 

Demir çelik taşımacılığı yapan bir şirkette yöneticiymiş. Ben de işsizim ne iş olsa yaparım modundayım bana göre iş var mı sizin holding de demeyi cok istedim.  Bunu basarisiz romantik bir randevu dan basarili bir is görüşmesi yemeğine çevirebilmek fantastik olurdu.

Yemeklerimizi söyledik, bu arada şarabı da beğendi.   Ceviz otururken hiç de fena görünmüyordu yüzünün güzelliği boyunun kısalığına bir nebze de olsa bana unutturdu bende boyunun kısalığını düşünmemeye çalıştım yemek boyunca.  Ama hep otursak onunla hiç yan yana yürümesek mesela diye geçirdim içimden. 

Bütün gece ben konuştum.  Bu yaşa gelmiş, Viyana’da okumuş bu kadar işe güce bulaşmış holding de yönetici olmuşsun bir tane ilginç hikayen yok mu be adam içim şişti valla bu kadar bilgiyi ikici sınıf da yazdığımız kompozisyon formatında dinlerken.  Aaa bir de bir kere kısa bir evlilik geçirmiş boşanmış.  Kadın bunu çocuk yapmak için son durak olarak görmüş falan.  Aaagghhh bunaldım valla alıyorum bir puanını geri sıkıcılığından dolayı.

Ben ne anlatsam güldü ama şapşal.  Çok alemsinler havada uçuştu.  Iyi de ben zaten biliyorum ne alem olduğumu da sen ne alemlerdesin.  Neyse ki sonunda tatlı, kahve kısmına gelebildik hay Allahım yaa.  Tatlıyı da ben seçtim iyi mi?  Ben bununla ilişki yaşasam bunun donunu da ben seçerim Allah bilir.  Tramisu söyledik bir tane, garsonunun getirdiği uzun ince göründüğünden daha ağır olan tatlı kaşıklarımızla tatlımızı da paylaştık.  Kahveler de içildiğine göre artık hesabı ödeyip herkes kendi yoluna gidebilir diye bir rahatlama çöktü içime.  Hesap geldiğinde yine alışkanlıktan mıdır altta kalmak istemememden midir nedir atlıyorum kol gibi hesaba.  Atlama kızım bir kerede altta kal ne olur.  Bir daha görmeyeceğin bir adamla yemek yiyorsun ne diye hesaba atlıyorsun işin yok gücün yok.  Bırak o kol Ceviz’e girsin.  Neyse ki Ceviz bir kez daha centilmenlik yapıp hesabı elimden alıyor da küçük bir servet odemekten kurtuluyorum.  Centilmen Ceviz kaptın üç puanı da buradan hadi!!

Çıkıyoruz restaurant dan sonunda.  Hala soguk, buz gibi dışarısı ama bir şişe şarabı devirince geldiğim de hissetiğim soğuğu  hissetmiyorum artık.  Taksi durudurabilmek için yine Alman Hastanesi’nin oraya doğru yürüyoruz.  Yine topuklarım cebelleşiyor bu arnavutlarla ama bu sefer centilmen beyimize de bir cesaret gelmiş yanımda yürürken  koluma giriyor. 
Kibarca yemek ve aksam için teşekkür ediyorum, ayrılmaya hazırlanıyorum ya.   Ama bizimkisine cesaretten öte baska şeyler daha gelmiş galiba.
“ Daha geceyi bitirmeyi düşünmüyorsun değil mi” diye soruyor.  Düşünüyorum tabii yaklaşık üç saattir düşünüyorum valla demek geliyor içimden ama
“ Saat 11.30 oldu 12 den önce evde olmalıyım yoksa taksi balkabağina döner” diye kötü bir espri yapabiliyorum sadece.
“Benim arabam şurada bana gideriz diye düşünmüştüm.” Uyanık seni ama yemezler geri aldım verdiğim 5 puanı eksi bir de şapşal. 
“Senin evin karşıda değil mi?”
“Evet.”
“Benim ki Şişli’de neden sana gidiyoruz, yarın sana iş yok galiba?”
“Yarın benim dişçi randevum var saat 8.30 da”
“Bak ne güzel sen de erken kalkacaksın benim de yarın 9.00 da iş görüşmem var.” deyip aklıma ilk gelen yalanı söylüyorum.
“ Olsun ben seni sabah 6.00 da eve bırakırım.”
Ay parçalarim ben bunu valla.. 6.00’da beni bırakırmış zahmet olur canım yaa.  Israrcılık da sınır tanımam diyor.  iki puan daha siliyorum bu salaktan eksi üç oldu.
“ Bu akşamlık burada bitirelim hafta sonu için daha uzun uzadıya bir plan yaparız.  Erken kalkmam gerektiğinde kendi yatağımda uyanmayı tercih ederim” diyorum.
Suratı asılıyor ama diyecek bir şey de bulamıyor.
Taksiler de bir bir geçir önümüzden artık dayanamıyorum elimi kaldırıp birini duruduruyorum ve hooopp taksinin içine sardunya gibi atıyorum kendimi yüzüm ona dönük zafer mutluluğu ile dolu olarak.
O zaman konuşalım arayacağım seni gibi bir şeyler söylemeye çalışıyor bense uzun bir byyyeee çekiyorum ona taksi haraket ederken.

Apartmanın önündeyim sonunda.  Resepsiyonun önünden geçerken resepsiyonistimiz Rus sevgilisiyle evlenme planları yapan, bunun için de üç işte birden çalışan bizim cevval ve azimli Gökhan’a selam verip önünden geçiyorum.  Asansöre biniyorum acaba ne düşünüyor benim hakkımda şu an diye merak ederken.

Eve donus hali; Single
Iliski Durumu; Hala Single
Ceviz'in Durumu; Umutsuz

Gecenin Puani; -3

Suursuz American