Istanbul’dan olaylı çıkışımdan sonra Ingiltere’ye geleli bir hafta olmamıştı ki Fasulye Sırığı araştırma görevi ile Kenya’ya gitmek zorunda kalmıştı. Görev süresi bir ay olarak belirlendiğinden sadece bir ay ayrı kaldıktan sonra geri dönecek ve normal hayatımıza devam edebilecektik. Benim planım böyleydi ama evren hala benim planlarımı mikine takmıyordu o ayrı tabii.
Daha gideli on gün olmuştu ki bir gece yarısı Fasulye Sırığı’nın Kenya’da beraber olduğu başka
bir Amerikalı arkadaşı Çengel’den (çok uzun boylu, zayıf ve kambur yürüyüşünden
dolayı ) gelen bir telefonla uyandırıldım.
Çengel’in neredeyse ağlamaklı olan ses tonuyla anlattıkları ile gözüm
açılmış duyduklarımdan sonra donmuş bir
halde hiçbir şey hissetmeyip, olmayan
şuurumunda kapanmış halde konuşamama modunda olduğumu Çengel’in telefonun diğer ucundan gelen “Şuursuz heeyy
orda mısın? Iyi misin?” nidaları sonrasında fark ettim.
Çengel'in söylediğine göre Fasulye Sırığı Kenya’nın Tanzanya sınırına yakın bir yerdeki
kampta kene tarafından ısırılmış ve acil olarak helikopterle Nairobi’ye
götürülerek yoğun bakıma alınmıştı. Siz
de beyin donması moduna girmeyin de görelim.
Çengel’e tamam hemen hazırlanıp geliyorum deyip telefonu kapatıp valiz
yapma girişimlerine başlayacakken Çengel “dur bir sakin ol, Şuursuz öyle hemen ilk uçağa atlayıp
gelemezsin buraya, yarın gidip gerekli aşıları yaptırman lazım sonra ben seni
yine bu uydu telefonundan arayıp biletin ile ilgili bilgiyi vereceğim ve seni
birinin karşılaması için gerekli ayarlamaları yapıp gelişini organize edeceğim”
dedi ve telefonu kapattı.
Şurada sabaha
ne kalmıştı ki zaten hemen ilk iş sağlık ocağına gidip aşı yaptırır sonra da
diğer evrak işlerini halledip akşam uçağı ile de giderim diye düşündüm. Odanın içinde bir aşağı bir yukarı dolaşıp en
kötü senaryoları düşünmemek için dudaklarımı yerken "koskoca adam O, güçlüdür
Fasulye Sırığı bir kenenin ısırması ile ölecek değil ya" diye kendime
telkinde bulunuyordum.
Sabahi zor
ettim. Hemen kendimi dışarı atıp sağlık
ocağına gidip bu aşı mevzusunu halletmem lazımdı. Doktordan önce gidip kapıda beklediğimden
doktoru kapıda yakalayıp nefes almadan durumu anlattım ama benim heyecanımı pek
paylaşmıyor olmalıydı ki gözümün içine bakıp bütün o soğuk kanlı İngiliz piçliği
ile yapamam dedi.
Iyi de niye
yapamıyorsun dostum alt tarafı aşı yapacaksın atom mu parçala dedik. Yapamam cunku istediğin aşı bir tane değil
tam beş tane ve hepsinin bir günde yapılması imkansız. Yahu sevgili, hayatından ettiği nefreti benden
çıkarma fırsatı yakalamış pratisyen hekimim acil bir durum dememin neresini
anlamıyorsun? Daha nasıl anlatabilirim
acil diyorum, adam ölecek mi kalacak mi bilmiyorum diyorum, gitmem lazım
diyorum daha nasıl anlatsam? Sana çiçek
alsam, böcek alsam, acicik şefkat göstersem yüzün de iki kas oynar mı acaba?
“Sana
burada sadece iki tane aşı yapabilirim dedi.
En kötü yarın da gelirsin iki tane de yarın yaparız, üçüncü günde
sonuncuyu yaparız böylece Kenya’ya gidebilirsin” dedi. Başladım hüngür hüngür ağlamaya sonra bütün
hikayeyi başından anlattım. Anlattığım
aslında bir imkansızlıklar silsilesi içinde bir araya gelebilmiş, çok büyük travmalar,
dramalar atlatmış, aşireti tarafından kesilmeyi bile göze almış doğulu bir kız ile batılı esas
oğlan hikayesiydi. O anda bildiğim bütün aşk filmlerinden, dramalardan
oluşturmuş olduğum süper bir hikayeydi bence. Soğuk kanlı Ingiliz
doktorumuzun yüzyıllar önce dondurulmuş yüz kaslarında bir gevşeme olduğunu
görünce bu acıların çiftine daha da bir acı kattım. Işe de yaradı.
Eğer bu aşıları
bugün olmak istediğime ve olabilecek bir komplikasyonda doktorun hiçbir sorumluluğunun
olmadığını yazan bir kağıt imzalarsam aşıları yapıp aşı karnesini imzalaması konusunda
anlaştık. Aşıları oldum ama hepsini bu
kadar kısa sürede alınca bana bir haller oldu.
Kolumu kaldırmak istiyorum kalkmıyor, bacağım oynamıyor binlerce karınca
vücudumda yürüyor beynime sıcak sıcak taze kan taşıyorlardı sanki. Felç olmak böyle bir şey herhalde diye düşünüyorken
Doktorumuz içeri geldi” uyuşma başladı mı?” diye sordu. Ulan göt lalesi felç geçirmeyen bir insana
korkudan felç indirmek yerine söylesene baştan
aşılardan sonra bunu yaşamamın normal olduğunu bir süre sonra geçeceğini.
Bir saat
sonra bacaklarımı hissetmeye başlar başlamaz aşı kartımı alıp hemen sağlık
ocağını terk ettim. Eve gidip valizime
son bir kaç bir şey daha koyup kapatacaktım ki Çengel aradı. “Gerekli aşıları yaptırıp evraklarını
hazırladın mı?” diye sordu. Ben de “evet
bütün aşılar tamam” deyince şaşırdı biraz ama çok da detay vermedim. O zaman bu geceki uçağa bilet alıyorum
birazdan mailine gönderirim çıktısını alıp havaalanına gitmen yeterli”
dedi.
Eşyalarımı
hazırladım, gelen biletin çıktısını da alıp bulduğum ilk otobüs ile Londra’ya
gittim. Uçağım gece geç saatte olduğundan
Londra’da yaşayan Papatya’yı (gülünce gözlerinin taa içi gülen ender
insanlardan olduğu için) aradım. Papatya
ile Oxford’da tanışmıştık. Amerika’ya
gitmeden önce kaldığım evde kimsenin kullanmadığı bir oturma odası olduğunu
bilen Türk arkadaşlarım yeni gelen, kalacak yeri olmayan Türkleri yardımcı
olmam için bana gönderirlerdi. Ancak son
bir kaç tanesi yaptığım iyiliklere rağmen beni fena sattıkları için artık göndermeyin
istemiyorum kimseyi diye fetva vermiştim
herkese. Ancak çok sevdiğim yaşlı bir Türk
abimiz Papatya’nın durumundan bahsedip rica edince onu kıramamış ve istemeye
istemeye benimle kalmasına razı olmuştum.
Ama Papatya beni hiç üzmedi. Çok
iyi arkadaş olduk, hala da severek görüştüğüm can arkadaşımdır.
Havaalanına
erken gitmiş Papatya ile alanda buluşmuştuk.
Tanıdık bir yüzü kanlı canlı karşımda görünce dün geceden beri kabar
kabar olmuş yüreğim Papatya’yı görünce daha fazla dayanamadı ve kendimi kollarına
atıp kelebek gibi ince ince titreyerek alanın ortasında ağlamaya başladım.
Hemen
çökecek bir restaurant bulup bir şişe şarap söyledik. Olan biten her şeyi anlatıp bitirdiğimde hem şişenin
dibi hem de gitme saatim gelmişti. Şarabın
etkisiyle sağa sola yalpalayan beni uçağin kalkacağı kapıya götüren Papatya
ile vedalaştım ve beni ne ile karşılaşacağımı bilmediğim Nairobi’ye götürecek uçağa
bindim. Dokuz saatlik uçuş bitmek
bilmedi.
Nairobi’ye
indiğimde yüzüme vuran sıcak hava dalgasının getirdiği ekşi koku genzimi yaktı. Beni elinde ismimin yazılı olduğu bir kartonla
karşılayan Amerikan Konsolosluğu görevlisine önce Fasulye Sirigi’nin durumunu sonrada
kokuyu fark edip etmediğini sordum.
Fasulye Sırığı’nın durumunda bir değişiklik olmadığını söyledi ama koku
için sanki havadaki kokuyu ben söyledikten sonra ilk defa fark etmiş gibi
kafasını gökyüzüne kaldırıp derin bir nefesle birlikte kokuyu içine çektikten
sonra bana dönüp “ haa bu koku! Bu şehirde her gün öğleden sonra herkes evinin
önünde kendi çöplerini yakar. Bu onun
kokusu ama dert etme alışıyorsun bir süre sonra”dedi. Alışmak mı?
Bir şeye alışmak veya bir alışkanlıktan kurtulmak için yirmi bir güne
ihtiyaç duyulur. Ben burada bu kokuya
alışabilecek kadar kalmayacağım ki.
Fasulye Sırığı iyileşir iyileşmez birlikte Ingiltere’ye döneceğiz
yahu. Bu yine benim planımdı. Evren ve Amerikalıların başka planları varmış,
bilmiyordum henüz.
Hastaneye
vardığımızda artık akşam olmak üzereydi.
Beni hemen Fasulye Sırığı’nın yattığı odaya götürdüler. Onu Ingiltere’den gönderdiğimde üzerinde olan
heybeti gitmiş yerine küçük bir çocuğun masumiyeti ile sıska bir adamın vücudu
gelmişti. Onu orada bilinci kapalı
yatarken gördüğümde aklıma ilk gelen şey ona bir şey olursa onsuz ne yapacağım
oldu. Sonra bütün bu duygulardan
sıyrılıp odadan çıkıp onunla ilgilenen ya da ilgilenmeyen ne kadar doktor varsa
karşılaştığım hepsini durdurup Fasulye
Sırığı’na ne olacağını sordum. Herkes
aynı gizli birliğin üyeleriymişde aynı şeyleri söylemeye yemin etmişlercesine
aynı ritüel ve mimiklerle “sadece bekleyeceğiz bayan” diyordu. Hem hastanenin içindeki koşturmamdan hem de
iki gündür uyumamış olmamın da vermiş olduğu bir yorgunlukla sinirlerim iyice
yıpranmış halde doktorun birine sesimi yükseltir bir şekilde “nasıl bir doktorsunuz
hiç mi kene ısırığı vakasını tedavi etmediniz?
Nasıl bilemiyorum dersiniz?” diye
bağırırken Çengel kolumdan yakalayıp kendine çekti beni. Başımdan tutup beni ince zayıf göğsüne yaslarken
“geçecek, uyanacak görürsün, herkes elinden geleni yapıyor hepimiz sakin
olmalıyız. Çok yorgunsun, seni dinlendirelim.”
Dedi. Fasulye Sırığı’nın odasına yakın
bir odada bana bir yatak yaptılar, ağlarken uyumuşum.
Rüyamda
Fasulye Sırığı ile kendimi okyanus kıyısında bir evin verandasında sallanan
sandalyelerde oturmuş şarap içerken gördüm.
Yüzünün rengi şu an olduğu gibi solgun, renksizdi. Bana "eğer yaşasaydım beni hiç bırakmazdın
değil mi?" diye soruyordu ki hastaneye ilk geldiğimde kuytuda sıkıştırıp
carladığım doktorlardan birinin beni hanımefendi, hanımefendi diye kolumu
dürtmesi ile uyandım. Fasulye Sırığı
uyandı. Bilmek istersiniz diye
uyandırdım diyecekti herhalde ki cümlesi bitmeden ben odadan çıkmıştım bile.
Odasına
gittiğimde Çengel kapının önünde bekliyordu.
“Önce seni görsün istedim” dedi.
İçeri girdim yüzünde, vücudunun her hücresi ile savaşmış ve bu savaştan
galip gelmiş bir savaşçının mutluluğu ve bir o kadar da yorgunluğu vardı.
Halsiz
bedeni ile parmaklarını oynatıp yaklaş işareti yapıp elimi tutu ve “uyurken hep
seni gördüm ve ben ölmüştüm” dedi.
Fasulye
Sırığı iyileşti. Çok zayıfladığı ve
güçsüzleştiğinden kendini toparlaması için bir hafta daha şehirde kaldık. Artık iyileşti İngiltere’ye gidip normal
hayatımıza geri dönebiliriz diye düşünürken Fasulye Sırığı gelip “iki
haftalığına Sudan’a gitmemiz gerekiyor sonrasında geri döneceğiz merak etme” diyerek
benim geri dönme planlarımın ilkine çomağını böyle soktu. Inan Afrika’da soktuğu son çomak olmayacaktı
bu.
Afrika’da
rahat duran, kocasının dizinin dibinden ayrılmayan, sözünden çıkmayan bir şuursuz muydum? Tabii ki Hayır. Nairobi polisi tarafından rüşvet vermeme
suçuyla!! nezarete atılıp siyah giyen
adamlar tarafından kurtarılmış olduğum, turistlerin tonla para ödeyip safari yaptıkları bölgede Fil ailesinin reisi baba (gerçekten baba gibi fildi) file
bana bakarken daha iyi bir poz yakalarım diye taş atıp, arkasından arabayı
çalışır halde beni beklemesini söylediğim gariban Kenya'lı koruma ile birlikte kaçarken tozu
dumana katmış olduğum, Laikipia
bölgesinde kalırken ben çok sıkıldım makinemi de alıp biraz dışarı çıkayım
deyip, daha on adım uzaklaşamadan beyaz bir kadın olarak yürüyen para makinesi
imajı verdiğimden Afrikalı dilenci ve satıcılar tarafından sıkıştırıldığım ablukadan
zar zor kurtarılmış olduğum, İki kamp
arasında seyahat ederken durakladığımız yerdeki çocukların fotograflarını
çektikten sonra aç olduklarını fark edip önce bütün takımın öğlen yemeği sandwiçlerini
ve kutu içeceklerini sonra da ayağında ayakkabısı olmayanlara da aracın içinde
ne kadar terlik ve yedek ayakkabı varsa dağıtıp bir sinir harbi yaratmış
olduğum, Kaldığımız mülteci kampında yüzlerce
kadın arasında tek aynaya sahip kadın olarak çok popüler olup çadırımın önünde
izdiham kuyrukları oluşturmuş olduğum ve
başımı daha bir çok kez belaya soktuğum doğrudur.
Fasulye
Sırığı uyurken benim gördüğüm rüyadan ve uyandığında onun söylediklerinden
sonra ne zaman sorun yaşasak ve ondan ayrılmayı düşünsem aklıma hep ilk
uyandığı an geldi ve ben hep vazgeçtim.
Eski bir
kızılderili atasözü der ki; hayatınıza giren herkesin ve yaşadığınız her olayın
hizmet ettiği bir amaç mutlaka vardır.
Suursuz
American
bir insanın başına bu kadar olay nasıl gelir, hiç adil değil. :) gülsem mi ağlasam mı bilemedim okurken :)
YanıtlaSilşimdiden yeni yazınızı bekliyorum.
YanıtlaSilçok duygulandım gerçekten enteresan bir hikaye .. 👍🏻
YanıtlaSilOoooooooof bunlar Türk filminden de daha kötü!... yeni yazılar acilen bekleniyor bilesiniz...
YanıtlaSilEmeğinize, kaleminize sağlık... bu arada yeni işiniz hayırlı olsun!...
YanıtlaSilSuursuz, lutfen yaz.... su gunlerde sadece seni okumak rahatlatiyor bizi..
YanıtlaSil"Nasıl yaniii " diye gözleriml açarak okudum.. Uk'de Türklere yaptığın kıyak sonrası gördüğün vefasızlık o kadar tanıdıkki.
YanıtlaSil